İnsanlık tarihinin her devrinde çevresel, toplumsal, politik ve kültürel gündem ve devinimlerin olduğu bir gerçek. 21. yüzyılın en güncel gündem ve deviniminin de sürdürülebilirlik ve sürdürülebilir olma çabası olduğunu söylemek mümkün görünüyor.
Buna ilişkin pek çok bölgesel ve küresel çalışmalar gerçekleştirilmekte olup, bunlardan en çok öne çıkan ikisi; Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler tarafından 2030 yılının sonuna kadar ulaşılması amaçlanan hedefleri içeren bir evrensel eylem çağrısı olan Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları kapsamında yer alan “Sürdürülebilir Şehirler ve Topluluklar” başlıklı Amaç 11 ile; Avrupa'yı 2050 yılına kadar iklim açısından nötr ilk kıta haline getirmeyi amaçlayan Avrupa Yeşil Mutabakatı.
Bu doğrultuda, dünya çapında pek çok şirket, kurum ve kuruluş çeşitli amaçlarla çoktan sürdürülebilirlik hedeflerini ve bu yönde atmış ve halihazırda atmakta oldukları adımları açıklamış durumda. Her ne kadar bu durum çeşitli kamu kurum ve kuruluşları tarafından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilse de sürdürülebilir olma uğruna rekabetçilikten uzaklaşılabileceği ihtimali de özellikle rekabet kurumları nezdinde endişeler doğurmakta.
Bu konuya açıklık getirmek adına Avrupa Komisyonu, hazırladığı Yatay İş Birliği Anlaşmaları Hakkında Kılavuz ile sürdürülebilirlik anlaşmalarının nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair yeni bir bölüm eklemiş olsa da hem Avrupa’da hem Avrupa dışında konunun tam olarak nasıl ele alınması gerektiği ve sürdürülebilirlik ile rekabetçilik nosyonlarının bir arada var olup olamayacağı hâlâ bir tartışma konusu.
Rekabet Hukuku ve Sürdürülebilirlik: Dost mu Düşman mı?
Çeşitli farklı görüşler mevcut olsa da rekabet hukukunun temel amacının, mal ve hizmet piyasalarında rekabetin korunması yoluyla toplumsal refahı sağlamak veya artırmak olduğu söylenebilir. Sürdürülebilirlik ise, sınırlı miktarda olan kaynakların, gelecek nesillerin de bunları yeterli biçimde kullanmasını sağlayacak şekilde kullanılmasını ve bu yolla ekolojik bir denge oluşturulmasını hedefleyen bir nosyon. Her ne kadar her iki konsept de insan yaşamını daha yaşanabilir kılmak ve nihayetinde topluma bir fayda sağlamak hedefinde olsa da bunların uygulama araçları ve yaklaşımlarının zaman zaman çatışabileceği görülüyor.
Mesela, Avrupa Komisyonu’nun verdiği bir örnekteki gibi, kahvaltılık gevreklerin çekici renkli karton kutularda satıldığı ve yıldan yıla, bu kutuların -içerikleri aynı kalmakla beraber- boylarının arttığını, bunun amacının da kutuların tüketicilere daha çekici ve iddialı görünmesini sağlamak olduğunu düşünelim. Bu büyük boyuttaki kutular, tüketicide daha iyi bir ürün aldıkları izlenimini yarattıklarından, tüm üreticilerin bu stratejiyi izlediğini, bu sebeple de kullanılan ambalaj malzemesinde bir artış olduğunu varsayalım. Daha sonra, bir sivil toplum kuruluşunun, üreticilerin bu büyük kutu stratejisini, gereğinden fazla kaynak harcanmasına sebebiyet verdiği için eleştirdiğini, buna karşılık, ticaret örgütlerinde bir araya gelmiş olan kahvaltılık gevrek üreticilerinin, ürünlerinin gereğinden büyük kutularda ambalajlanmasını sınırlandırmayı toplu olarak kabul etmiş olduklarını ve bu kararlarını açıkladıklarını düşünelim.
Normal şartlarda benzer bir anlaşma rekabet hukuku ilkelerine aykırılık teşkil edebilecekken, bu örnekte (i) ambalaj maliyetlerinin azalmasının tüketici fiyatlarını düşürmesi, (ii) anlaşmanın şeffaf ve halka açık bir biçimde yapılması ve (iii) daha az hammadde kullanılmasını sağlaması gibi sebepler, söz konusu anlaşmanın cezalandırılmamasını sağlayabilecektir.
Ancak bu durumun aksi de geçerli olabilir. Örneğin, sürdürülebilir olma çabası görünümü verilmiş kartelleşmelerin varlığına veya bir pazarda sürdürülebilirlikle ilgili gerçekleştirilen işbirliği anlaşmalarından doğan ve ilgili pazardaki rekabeti kısıtlayabilecek nitelikte düzenlemelere de kurumlar göz yummayabilecektir.
Dolayısıyla, rekabet hukuku ve sürdürülebilirlik nosyonlarını, benzer amaçlara hizmet eden ve gelişimleri tamamlandığı takdirde birlikte var olabilecek ve birbirlerinin tamamlayıcısı olabilecek nosyonlar olarak ele almak mümkün görünüyor.
Rekabet Otoriteleri Ne Yapmalı?
Yukarıdaki örnekteki gibi durumlar rekabet otoriteleri tarafından hassas bir şekilde ele alınmalı. Ayrıca, rekabeti koruma çabası içerisinde şirketlerin sürdürebilirlik hedeflerine meşru yollardan ulaşmasının önüne geçilmemeli. Buna ek olarak, sürdürülebilirlik odaklı ikincil düzenlemeler ve kararlarla, rekabet otoritelerinin, şirketlerin sürdürülebilirlik hedeflerini desteklediği bilinci oluşturulmalıdır.
Şirketler Ne Yapmalı?
Şirketler, rekabet otoriteleri ile ilişkilerinde şeffaf olmalı, sürdürülebilirlik çalışmalarının veya anlaşmalarının kapsam, hedef ve etkileri konusunda rekabet otoriteleri ile dirsek temasında olmalıdır.
Sonuç
Sürdürülebilirlik bilinci, mevzuat altyapısı ve özellikle bu kavramın rekabet hukuku ile ilişkisi henüz maalesef tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de olgunluğa ulaşmış değil. Bu sebeple, “dene ve gör” yaklaşımı bir süre daha benimsenmeye devam edecek gibi görünüyor. Bu esnada rekabet otoriteleri ve özel sektör oyuncuları, görüş yazıları ve dış paydaş etkinlikleri gibi organizasyonlar ile karşılıklı önceliklerini ve kırmızı çizgilerini dile getirerek, Avrupa Komisyonu'nun yatay işbirliği anlaşmaları için yayımladığı taslak kılavuzdakine benzer bir yaklaşımla rekabet hukuku ve sürdürülebilirlik nosyonlarını ortak bir zemine oturtabileceklerdir.